Bir konuyu açıklarken bir fıkra anlatmak, hem dikkat çekmek hem de düşündürmek için etkili bir yöntemdir. Fıkralar, toplumun kültürel değerlerini ve yaşam biçimini yansıtması açısından önemli bir kültür zenginliğidir.
Halkımız “fıkra” dendiğinde hemen Nasrettin Hoca’yı ve ona yakıştırılan hikâyeleri hatırlar. Nasrettin Hoca fıkraları yalnızca güldürmekle kalmaz; aynı zamanda derin anlamlar taşır. Bu hikâyeler, insanları ve toplumu anlamak için değerli ipuçları verir. Ancak Nasrettin Hoca adına o kadar çok fıkra anlatılmıştır ki, hangisinin gerçekten ona ait olduğunu kestirmek zordur.
Fıkralar, toplumların gelenek ve değerlerini gelecek nesillere aktarmada önemli bir araçtır. Nasrettin Hoca fıkraları ise Anadolu halkının mizahi zekâsını ve pratik düşünme gücünü gösterir. Fıkralar aynı zamanda toplumsal eleştirinin bir aracı olarak da kullanılır. Bu yönüyle hikâyelerde dönemin sosyal hayatına ve anlayışına dair ayrıntılar buluruz. Bu nedenle, “Fıkralar toplumların belleğidir” diyebiliriz.
Denizli’nin büyükşehir olma hazırlıklarının yapıldığı dönemde, şehrin geleceğiyle ilgili çeşitli toplantılar düzenleniyordu. Büyükşehrin avantajları dile getiriliyor, projenin ayrıntıları tartışılıyordu.
O dönem Büyükşehir projesiyle ilgili iki görüş hakimdi. Bazıları kayıtsız şartsız destekliyor, bazıları ise tam anlamıyla karşı çıkıyordu. Bazıları da konuyla yakından uzaktan ilgisi ve bilgisi olmasa da bir uzman edasıyla konuşuyordu.
Yine böyle bir toplantıda “Cennet mi cehennem mi?” isimli bir fıkra aklıma geldi. Söz alarak, “Büyükşehir fikri güzel görünüyor ama bunun iyi mi kötü mü olacağını ancak zaman gösterecek,” diyerek bu fıkrayı paylaştım. Salonda hem kahkahalar yükseldi hem de ciddi bir düşünce havası oluştu.
“Nasrettin Hoca, gençlik yıllarında Akşehir’de küçük bir camide imamlık yapmaya başlar. Ancak caminin cemaati çok azdır. Çözüm arayan Hoca, cami yakınındaki kahvehaneye gider ve oradakileri namaza davet eder. Kahvedekilerse ilginç bir mazeretle şu bahaneyi ileri sürer:
‘Bizim buralarda bekâr hocanın arkasında pek namaza durulmaz!’
Hoca lafını sakınmaz:
‘Öyleyse bana uygun bir eş bulun, evleneyim!’ der.
Bir süre sonra, Hoca’ya gelirler ve ‘Sana uygun gelin adayını bulduk,’ derler. Hoca, ‘O hâlde bir göreyim, tanışalım,’ dediğinde bu kez:
‘Nikâh olmadan göremezsin, namahrem vardır!’ derler.
Hoca vazgeçer mi? Sorar:
‘Hiç olmazsa adını söyleyin.’
‘Adı Cennet,’ derler.
Hoca taşı gediğine koyar:
‘Adı güzel ama, cennet mi cehennem mi olur, evlenince belli olur!’”
Bu hikâye, insan davranışlarına ve toplumsal önyargılara ince bir eleştiridir. Hoca, mizah yoluyla her işin sonucunun ancak yaşanarak anlaşılacağını hatırlatır. Bir şeyin adı ya da görünüşü ne olursa olsun, gerçekler yaşandıkça ortaya çıkar.
Hayatımızda verdiğimiz kararların sonuçları her zaman beklentilerimizle örtüşmeyebilir. Bu da olaylara daha geniş bir açıdan bakmamız gerektiğini gösterir. Görünenle yetinmek yerine ayrıntıları dikkate almak gerekir.
Nasrettin Hoca’ya yakıştırılan “Cennet mi cehennem mi?” fıkrası, yalnızca evlilikler için değil, hayatımızla ilgili vereceğimiz tüm önemli kararlar için geçerli bir ders niteliğindedir. Fıkralar, hayata dair önemli dersler verir; önyargılarımızı sorgulamayı ve olaylara farklı açılardan bakmayı öğretir.
Hayatı Nasrettin Hoca’nın gözüyle bakmak, onun mizahi zekâsını rehber edinerek değerlendirmek ne güzel olurdu!
Her şey gönlünüzce olsun.
İYİ HAFTALAR DİLİYORUM.